HAYAT
Eşyayı ayrı ayrı tefrik ederek müstakil nesneler halinde algılama gayreti, hayatı hiç tanımamak ve hakikatlerden kopup, kendi çizdiği minyatür bir dünyanın hadimi olmak anlamına gelir. Oysaki gerçek hayat, cümbüş ile esefin, ihtişam ile hezimetin içi içe derç edildiği muhteşem bir bütünlük arz eder. Bu insicam içerisinde, iyiyi kötüden, güzeli çirkinden ayırt etmek vazifesiyle mükellef olan insan, bu ameliye esnasında göstermiş olduğu aksiyon ve reaksiyonlardan mesul.. Zaten hayat bu nedenle, bir satranç oyunu gibi muhtemel eylemleri düşünerek plan yapmaktan ziyade, tavla gibi, gelen zara göre hamle belirtmeye benzer.. Bununla birlikte, anlık kararlarla verilen tepkiler şaibeye açık ve izaha muhtaç olduğundan, “mars” olma tehlikesini de her zaman beraberinde getirir.
Her söz, her ameliye, her hamle ancak; kim söylemiş, kime söylemiş ve hangi makamda (Nerede) söylemiş suallerine muhatap bir anlayış ile kıymet bulmaktadır. Bu ölçüyle değerlendirilmeyen her mesele, kendi içinde asla bitmeyen suallere açık bir tartışmayı barındıracak ve “üst üste sorular soru içinde” kalarak hafakanlara davetiye çıkaracaktır. O halde, eli meşru nedenlerle tetiğe değen kişi emniyet mensubu ise madalya takılacak, katil için kodes reva görülecek; göz göre göre bir parmağı kesen doktora kupa verilirken, caniye mahpushane yolu gözükecek; kulağını çeken kişi öğretmense takdir ve tazim duyguları, rastgele birisiyse kavga mevzuu olacaktır. Burada şuna dikkat etmek gerekir ki; her meşru şey resmî olamayacağı gibi, her resmî olan da meşru olmayabilir.. Hukuk, adaletin temininde kullanılan bir vasıtadır. Oysaki hukukun ihata ettiği her şey meşruiyet kazandırmaz (Kitabına uydurma meselesi!). Bu nedenle, hâkimlerin tarafsız olma değil tarafsız görünme mecburiyetleri vardır. Hukuk, eşyayı hak ettiği yere koymak için kullanılan manivela, adalet ise onu hak ettiği yere koymak haysiyeti.. Bir şeyin hak ettiği yer daha yüksekken onu alçağa koymak ne derece haksızlıksa, hak ettiğinden fazla bir değer atfederek onu yüceltmek de abeslerin en fenası ve zulmün ta kendisi olur. Adaletle zulüm ise, geceyle gündüz gibi, birinin bulunmadığı yerde öbürünün hâkimiyeti ele alacağı iki kutup…
Birbirinin aynı görünümde ancak mana itibarıyla bir diğerinden ayrılan meselelerdeki ölçü, daha önceden belirlenmiş bir kurallar bütününe bağlı kalmayı icap ettirir. Kanun koyucu makamın, toplumda hali hazırda olan ve gelecekte olması muhtemel mevzulara el atması ve ona göre hüküm vermesi onun en asli vazifesidir. Hüküm verirken de, işte bu bahsini ettiğimiz kurallar bütününe sımsıkı bağlı kalması, onun meşru zeminde hareket ettiğinin en kati delili olacak, bunun tersi bir davranış ise, ezberden konuşmak ve masa başı alınmış kararlara eş bir hafiflik iktiza edecektir.
Adalet ve zulmün bir arada olduğu yaşamaya mecbur hayat, yaşamaya değer hayat mıdır bilemem ancak hayatın ta kendisi olduğu muhakkak.. Zira, dikeninden arındırılmış bir gül, el değmemiş olma özelliğini yitirmesi bir yana, doğallıktan uzak bir yapaylık hali ve suni bir güzellik riskiyle karşı karşıya olduğundan, hakikatte iskeletin dudak boyasından daha acı ve daha sahtedir.. Tıpkı, tamamı mutluluktan ibaret bir filmi kimsenin izlemek istemeyeceği gibi.. Her daim içinde iyisiyle kötüsüyle bir bütün halinde olan ve gerçeğe en yakın senaryolar takdir toplar. Yine bir filmde, bir kahraman portresi çizildikten sonra, senaristin yazdığı alelade bir son eleştiri alırken, gerçek hayattaki benzer bir son, ilginç olması münasebetiyle gazetelere manşet olur.. Çünkü hayat yapar, hesap vermez..